Ziya SELÇUK Rüzgarı MEB’de Nelere Gebe?
Sayın Ziya SELÇUK’un bir dönem Radikal gazetesinde kaleme aldığı eğitime dair yazılardan alıntılar yaparak bir derleme hazırladım.
Bu yazılardan hareketle Sayın SELÇUK’un bu yazılarda duyumsayacağınız ince-derin bakış ve anlayışının okul ortamına, eğitimle ilgili meselelere nasıl yön vereceği ile ilgili bilgi ve fikir sahibi olabiliriz.
Bir bürokrat, yönetici, öğretmen, veli, sendikacı olarak... Yani iç-dış paydaşlara dönük...
Benim kanaatim ise şudur:
Kesinlikle köklü sorunlara köklü çözümler bizi bekliyor.
Çözümler kesinlikle sıradan olmayacak.
Eğitim-öğretim sahasında eğitime zarar veren ve süregelen bazı kötü alışkanlıklar ve ezberler yıkılacak.
Eğitim-öğretim sahasında kök salmış tembellik, uyuşukluk, üzerine ölü toprağı serpilmiş hal, boşvermişlik, nemelazımcılık, duyarsızlık, duygusuzluk, adaletsizlik, işgüzarlık, kayırmacılık, çürümüşlük, kokuşmuşluk vs. ile büyük bir mücadele başlıyor. Sayın SELÇUK’un tedirginliği de bundandır. Zira öyle ya da böyle bir zıtlaşma ya da karşı çıkış olacak diye düşünüyorum.
Ama Sayın SELÇUK’un, eğitim-öğretim ortamında kendi kötü düzenlerini ve çarklarını oluşturmuş, bu kötü düzeni insanlara alıştırmış ve normalleştirmiş birtakım yapılara ve kişilere karşı büyük mücadelesinde avantajı, kendi rüzgarı ile bir hava oluşturup arkasına aldığı öğretmenleridir. Onun için ‘Tedirginliğe karşı öğretmenler güvencemdir.’ demiştir.
İşte Sayın SELÇUK’un söz konusu yazılarından ufuk açan, derin ve ince bakış oluşturan bazı alıntılar (Tüm yazılarına http://www.radikal.com.tr/index/prof.-dr.--ziya-selcuk/ bağlantı adresinden ulaşabilirsiniz.):
‘Kore’de her şeyden önce son derece çalışkan, nazik, kendisini ailesi ve ülkesine adamış insanlar dikkati çekiyor. “Öğretmenin gölgesine bile basılmaz” atasözleriyle eğitime ve öğretmene verdikleri değeri gösteriyorlar.
Ülkemizde öğrencilerin çok büyük bir kısmı hâlâ tuvalet musluklarından su içiyor. Bu sorunu halledip öğrencilere sağlıklı sebillerde su içirmek çok mu zor?
Türkiye artık nicel sorunlarını halledip niteliğe yatırım yapabilecek bir döneme doğru gidiyor. MEB, Fatih Projesi gibi çok kapsamlı projeleri hayata geçirmek üzere. Bahsettiğiniz, basit gibi görünen ama çocuklarımıza duyduğumuz saygıyı ilgilendiren hayati bir konu. Sadece, bu konuya liderlik yapacak ve bu sorunu ülke gündemine taşıyacak yetki ve vicdan sahiplerinin yakacağı bir kıvılcıma ihtiyacımız var.
Merkezi yönetimin çok küçüldüğü ülkede il milli eğitim yöneticilerini halk seçiyor. Okul müdürleri ise bütçe, proje ve uygulamalarda birçok yetkiyle donatılmış durumda.
Başarılı bir öğretmen, yüzü sınıfa dönükken ve ‘vücut yakın, gözler uzak’ ilkesine uyarak soru sormalıdır. Yani öğretmenin gözleri kendi durduğu yere en uzak bölgeye bakmalıdır. Vücudunun yakın olduğu yeri fiziksel olarak zaten etki altına alacaktır.
Kontenjan sınırı nedeniyle eleme yapma zorunluluğu nelere mal oluyor? Gerçek hayatta işler bir dakikada mı yapılıyor? İki dakika süresi daha olsa başarılı olabilecek evlatlarımıza ‘başarısız’ kimliğini yapıştırıyoruz ve işin garibi onlar da buna inanıyor.
John Dewey, “Eğer bugün, dün öğrettiğimiz gibi öğretiyorsak, çocuklarımızın geleceğinden çalıyoruz” diyor. Artık bazı şeyleri dün yaptığımız gibi yapmayalım.
Çağdışı kalmış YGS, KPSS, KPDS ve daha birçok sınav, raf ömrünü tamamlamış bir paradigmanın ürünü.
Öğrenilenler amaç olmaktan çıkarılıp araç haline gelebilse, öğrenmekten haz duyulacak ortamlar oluşturulabilse, varlığım sınav sisteminin varlığına armağan olmasın denilebilse, öğrenmenin boyutu da değişir.
Eğitimin demokratik olmasından ne anlıyorsunuz?
Demokratikleşmeyi, eşitsizliği giderme çabaları olarak görüyorum. Herkesin eğitim hakkından yararlanabildiği, içeriklerin insan doğasına uygun olduğu, eğitim yönetiminin karşılıklı hukuka dayandığı yapı benim için demokratiktir.
Bu ülkenin artık tarla sürmeye değil, kuyu kazmaya, yani meseleyi derinlemesine ele almaya ihtiyacı var. Peki, ama nasıl? Elbette ezberlerimizden vazgeçerek.
Kampların müdavimleri her zaman haklı, karşı taraf her zaman haksız. Fıtratta olmayan bu özellik nasıl gelişiyor?
Kendi zihninde düşünce üretemeyenler düşünmeyi başkalarına devretmiştir.” Sartre bu cümleyi hangi bağlamda söyledi bilmiyorum, ama bu sorunun insanlık tarihi kadar eski olduğu açık. Artık hizmet sektörü o kadar gelişti ki bizim yerimize düşünenler var. Okuduğunuz gazeteyi ya da seyrettiğiniz televizyon kanalını söyleyin, olup bitenler hakkında ne düşündüğünüzü söyleyeyim. Her konuda bu kadar kamplaşan bir toplumun zihin kodları, merdaneli çamaşır makinesi gibi çalışıyor olmalı. Bir sağa bir sola. Siyah-beyaz, hep-hiç, doğru-yanlış, ya sev ya terk et, ya benimsin ya kara toprağın. Kampların müdavimleri her zaman haklı, karşı taraf her zaman haksız. Fıtratta olmayan bu özellik, sonradan nasıl geliştiriliyor?
Sosyal psikoloji derslerimde toplumsal benlik konusunu işlerken tahtaya Marx’ın Kapital’inden bir cümle ve altına bir hadis yazıyordum. Bu cümleleri öğrencilerimin tartışmasına açtığımda, dindar öğrencilerim hadisin çağlar ötesi mahiyetinden uzun uzun söz ederken sol görüşlü öğrencilerim Marx’ın dehasını övmekle bitiremiyorlardı. Dersin sonunda öğrencilerimden özür dileyip “Hadisle Marx’ın sözünü yanlışlıkla ters yazmışım” dediğimde sınıfta çıt yoktu. Sadece bir öğrencim, “Hocam, ama bizi günaha sokuyorsunuz” demişti.
Okul müdürümüz sürekli yaptığımız çalışmaları izliyor. Bu beni çok yoruyor. Bu kadar sıkı takip normal mi?
Uygulama ve takip, birbirleriyle yapı itibarıyle bütündür. Sistemli ve sık aralıklarla takip etmediğimiz uygulamanın ne zaman, nasıl sonuç vereceğini bilemeyiz. Mark Twain’in dediği gibi, “Tarih tekerrür etmeyebilir, ama kafiye oluşturur.” Ayrıca takibin tek amacı denetim değildir. Yapıcı tarzda atılan takip adımları, moral ve motivasyona da olumlu etki yapar. Ancak ağır bürokrasiye dökülen takip, yılgınlık yaratır.
Çocuklar giderek doğadan uzaklaşıyorlar. Televizyon odaları, bilgisayar ekranları ve alışveriş merkezleri çocukların yaşam alanları haline geldi.
Doğadaki çocuk, soyu tehlike altında olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır” diyor R. Louv. Bugün 25 yaşındaki gençler bile “Çocukken ağaca tırmanırdık, sokakta oynardık, eve karanlıkta dönerdik” diye maziyi tarihe karışmış gibi anlatıyor. Belki de tarihe karıştı. Ne oldu peki sonra? ‘Birinci Sınav Savaşları’ başladı. 10 yaşında kapattık ‘çocuk’ları odalara. Çocuklarımız odalarından çıkmadıkça mutlu olduk. Odadan çıktıklarında zaten yabancılaşmışlardı.
Düğün bilmez, bayram bilmez, seyran bilmez, misafir tanımaz, merhaba diyemez hale gelmişlerdi. Böyle büyüyen çocuklarımız akvaryumdaki balığı yemlerken bile şaşırıyorlar. Oysa biz yavru köpekleri bahçede yuva yapıp evden aşırılan yiyeceklerle beslemeyi sıradan iş olarak görürdük. Kışın kuşları beslemek, yazın çitlenmiş çekirdekleri karıncalarla paylaşmak günlük hayatın bir parçasıydı. Çocuklar giderek doğadan uzaklaşıyorlar. Televizyon odaları, bilgisayar ekranları ve alışveriş merkezleri çocukların yaşam alanları haline geldi. Çocuklarda aşırı kilo ve kolesterol, tatminsizlik, aşırı hareketlilik, dikkat eksikliği, hatta küçük yaşta ortaya çıkan depresyon ‘norm’alleşti.
Sağlam bir ekosistem ve ortak dile sahip bir öğretim kadrosu olmadan karakterli çocuk yetiştirmek zordur. Sonuç olarak, karakter eğitimi sınıfta, okulda, bahçede, sokakta, kantinde, yani gerçek yaşamda yaşatılmalıdır.
Hayat başarısı, iş, aile, evlilik, topluma hizmet ve benzeri birçok alanı kapsamaktadır. Sadece okul başarısına yönelen aileler, çocuklarının hayat başarısında gerekli olan birçok beceriden mahrum kalmalarına yol açmakta, her şeyden önce çocukları adına her şeyi yapmaya çalışarak onların mücadele etme fırsatlarını ellerinden almaktadırlar.
Okullar somurtkan binalara dönüştü. Öğrenciler kendi aralarında eğlenerek bu eksikliği gidermeye çalışıyor.
Eğitim ciddi iştir” diyerek okulları somurtkan binalara dönüştürdük. Öğrenciler kendi aralarında eğlenerek bu eksikliği gidermeye çalışıyorlar. Öğretmenler ise kahkahalarını öğretmen odalarına saklıyorlar.
Sonuçta mutluluk ve kalite üretemeyen bir sistemi artık gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi?’
BÜTÜN MESELE BUNLARIN SAHADA UYGULANABİLİRLİĞİ...
UYGULAMA İÇİN ÖNCE SAHANIN FİZİBİLETİSİNE BAKMAK LAZIM...
SONRA BİR STRATEJİ GELİŞTİRMEK GEREKİYOR... YAMALI BOHÇAYA DÖNMEYECEK YAPICI BİR STRATEJİ... KARARLI ADIMLARI OLAN... DEVAMLILIĞI VE ANLAŞILIRLIĞI OLAN... TEORİK İLE TUTARLILIĞI VE DUYUMSANABİLİRLİLİĞİ OLAN...
BİR GÜNDE DEVRİM OLMAZ... EVRİMLERLE DEVRİMİN ÖNÜ AÇILIR... YOKSA O DEVRİM JAKOBENDİR... ASLA MUVAFFAK OLAMAZ... SİNELERE VE BENLİKLERE YAYILAMAZ... EZBER OLUR...
Saygılar...
Yusuf SEVİNGEN
Bu yazılardan hareketle Sayın SELÇUK’un bu yazılarda duyumsayacağınız ince-derin bakış ve anlayışının okul ortamına, eğitimle ilgili meselelere nasıl yön vereceği ile ilgili bilgi ve fikir sahibi olabiliriz.
Bir bürokrat, yönetici, öğretmen, veli, sendikacı olarak... Yani iç-dış paydaşlara dönük...
Benim kanaatim ise şudur:
Kesinlikle köklü sorunlara köklü çözümler bizi bekliyor.
Çözümler kesinlikle sıradan olmayacak.
Eğitim-öğretim sahasında eğitime zarar veren ve süregelen bazı kötü alışkanlıklar ve ezberler yıkılacak.
Eğitim-öğretim sahasında kök salmış tembellik, uyuşukluk, üzerine ölü toprağı serpilmiş hal, boşvermişlik, nemelazımcılık, duyarsızlık, duygusuzluk, adaletsizlik, işgüzarlık, kayırmacılık, çürümüşlük, kokuşmuşluk vs. ile büyük bir mücadele başlıyor. Sayın SELÇUK’un tedirginliği de bundandır. Zira öyle ya da böyle bir zıtlaşma ya da karşı çıkış olacak diye düşünüyorum.
Ama Sayın SELÇUK’un, eğitim-öğretim ortamında kendi kötü düzenlerini ve çarklarını oluşturmuş, bu kötü düzeni insanlara alıştırmış ve normalleştirmiş birtakım yapılara ve kişilere karşı büyük mücadelesinde avantajı, kendi rüzgarı ile bir hava oluşturup arkasına aldığı öğretmenleridir. Onun için ‘Tedirginliğe karşı öğretmenler güvencemdir.’ demiştir.
İşte Sayın SELÇUK’un söz konusu yazılarından ufuk açan, derin ve ince bakış oluşturan bazı alıntılar (Tüm yazılarına http://www.radikal.com.tr/index/prof.-dr.--ziya-selcuk/ bağlantı adresinden ulaşabilirsiniz.):
‘Kore’de her şeyden önce son derece çalışkan, nazik, kendisini ailesi ve ülkesine adamış insanlar dikkati çekiyor. “Öğretmenin gölgesine bile basılmaz” atasözleriyle eğitime ve öğretmene verdikleri değeri gösteriyorlar.
Ülkemizde öğrencilerin çok büyük bir kısmı hâlâ tuvalet musluklarından su içiyor. Bu sorunu halledip öğrencilere sağlıklı sebillerde su içirmek çok mu zor?
Türkiye artık nicel sorunlarını halledip niteliğe yatırım yapabilecek bir döneme doğru gidiyor. MEB, Fatih Projesi gibi çok kapsamlı projeleri hayata geçirmek üzere. Bahsettiğiniz, basit gibi görünen ama çocuklarımıza duyduğumuz saygıyı ilgilendiren hayati bir konu. Sadece, bu konuya liderlik yapacak ve bu sorunu ülke gündemine taşıyacak yetki ve vicdan sahiplerinin yakacağı bir kıvılcıma ihtiyacımız var.
Merkezi yönetimin çok küçüldüğü ülkede il milli eğitim yöneticilerini halk seçiyor. Okul müdürleri ise bütçe, proje ve uygulamalarda birçok yetkiyle donatılmış durumda.
Başarılı bir öğretmen, yüzü sınıfa dönükken ve ‘vücut yakın, gözler uzak’ ilkesine uyarak soru sormalıdır. Yani öğretmenin gözleri kendi durduğu yere en uzak bölgeye bakmalıdır. Vücudunun yakın olduğu yeri fiziksel olarak zaten etki altına alacaktır.
Kontenjan sınırı nedeniyle eleme yapma zorunluluğu nelere mal oluyor? Gerçek hayatta işler bir dakikada mı yapılıyor? İki dakika süresi daha olsa başarılı olabilecek evlatlarımıza ‘başarısız’ kimliğini yapıştırıyoruz ve işin garibi onlar da buna inanıyor.
John Dewey, “Eğer bugün, dün öğrettiğimiz gibi öğretiyorsak, çocuklarımızın geleceğinden çalıyoruz” diyor. Artık bazı şeyleri dün yaptığımız gibi yapmayalım.
Çağdışı kalmış YGS, KPSS, KPDS ve daha birçok sınav, raf ömrünü tamamlamış bir paradigmanın ürünü.
Öğrenilenler amaç olmaktan çıkarılıp araç haline gelebilse, öğrenmekten haz duyulacak ortamlar oluşturulabilse, varlığım sınav sisteminin varlığına armağan olmasın denilebilse, öğrenmenin boyutu da değişir.
Eğitimin demokratik olmasından ne anlıyorsunuz?
Demokratikleşmeyi, eşitsizliği giderme çabaları olarak görüyorum. Herkesin eğitim hakkından yararlanabildiği, içeriklerin insan doğasına uygun olduğu, eğitim yönetiminin karşılıklı hukuka dayandığı yapı benim için demokratiktir.
Bu ülkenin artık tarla sürmeye değil, kuyu kazmaya, yani meseleyi derinlemesine ele almaya ihtiyacı var. Peki, ama nasıl? Elbette ezberlerimizden vazgeçerek.
Kampların müdavimleri her zaman haklı, karşı taraf her zaman haksız. Fıtratta olmayan bu özellik nasıl gelişiyor?
Kendi zihninde düşünce üretemeyenler düşünmeyi başkalarına devretmiştir.” Sartre bu cümleyi hangi bağlamda söyledi bilmiyorum, ama bu sorunun insanlık tarihi kadar eski olduğu açık. Artık hizmet sektörü o kadar gelişti ki bizim yerimize düşünenler var. Okuduğunuz gazeteyi ya da seyrettiğiniz televizyon kanalını söyleyin, olup bitenler hakkında ne düşündüğünüzü söyleyeyim. Her konuda bu kadar kamplaşan bir toplumun zihin kodları, merdaneli çamaşır makinesi gibi çalışıyor olmalı. Bir sağa bir sola. Siyah-beyaz, hep-hiç, doğru-yanlış, ya sev ya terk et, ya benimsin ya kara toprağın. Kampların müdavimleri her zaman haklı, karşı taraf her zaman haksız. Fıtratta olmayan bu özellik, sonradan nasıl geliştiriliyor?
Sosyal psikoloji derslerimde toplumsal benlik konusunu işlerken tahtaya Marx’ın Kapital’inden bir cümle ve altına bir hadis yazıyordum. Bu cümleleri öğrencilerimin tartışmasına açtığımda, dindar öğrencilerim hadisin çağlar ötesi mahiyetinden uzun uzun söz ederken sol görüşlü öğrencilerim Marx’ın dehasını övmekle bitiremiyorlardı. Dersin sonunda öğrencilerimden özür dileyip “Hadisle Marx’ın sözünü yanlışlıkla ters yazmışım” dediğimde sınıfta çıt yoktu. Sadece bir öğrencim, “Hocam, ama bizi günaha sokuyorsunuz” demişti.
Okul müdürümüz sürekli yaptığımız çalışmaları izliyor. Bu beni çok yoruyor. Bu kadar sıkı takip normal mi?
Uygulama ve takip, birbirleriyle yapı itibarıyle bütündür. Sistemli ve sık aralıklarla takip etmediğimiz uygulamanın ne zaman, nasıl sonuç vereceğini bilemeyiz. Mark Twain’in dediği gibi, “Tarih tekerrür etmeyebilir, ama kafiye oluşturur.” Ayrıca takibin tek amacı denetim değildir. Yapıcı tarzda atılan takip adımları, moral ve motivasyona da olumlu etki yapar. Ancak ağır bürokrasiye dökülen takip, yılgınlık yaratır.
Çocuklar giderek doğadan uzaklaşıyorlar. Televizyon odaları, bilgisayar ekranları ve alışveriş merkezleri çocukların yaşam alanları haline geldi.
Doğadaki çocuk, soyu tehlike altında olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır” diyor R. Louv. Bugün 25 yaşındaki gençler bile “Çocukken ağaca tırmanırdık, sokakta oynardık, eve karanlıkta dönerdik” diye maziyi tarihe karışmış gibi anlatıyor. Belki de tarihe karıştı. Ne oldu peki sonra? ‘Birinci Sınav Savaşları’ başladı. 10 yaşında kapattık ‘çocuk’ları odalara. Çocuklarımız odalarından çıkmadıkça mutlu olduk. Odadan çıktıklarında zaten yabancılaşmışlardı.
Düğün bilmez, bayram bilmez, seyran bilmez, misafir tanımaz, merhaba diyemez hale gelmişlerdi. Böyle büyüyen çocuklarımız akvaryumdaki balığı yemlerken bile şaşırıyorlar. Oysa biz yavru köpekleri bahçede yuva yapıp evden aşırılan yiyeceklerle beslemeyi sıradan iş olarak görürdük. Kışın kuşları beslemek, yazın çitlenmiş çekirdekleri karıncalarla paylaşmak günlük hayatın bir parçasıydı. Çocuklar giderek doğadan uzaklaşıyorlar. Televizyon odaları, bilgisayar ekranları ve alışveriş merkezleri çocukların yaşam alanları haline geldi. Çocuklarda aşırı kilo ve kolesterol, tatminsizlik, aşırı hareketlilik, dikkat eksikliği, hatta küçük yaşta ortaya çıkan depresyon ‘norm’alleşti.
Sağlam bir ekosistem ve ortak dile sahip bir öğretim kadrosu olmadan karakterli çocuk yetiştirmek zordur. Sonuç olarak, karakter eğitimi sınıfta, okulda, bahçede, sokakta, kantinde, yani gerçek yaşamda yaşatılmalıdır.
Hayat başarısı, iş, aile, evlilik, topluma hizmet ve benzeri birçok alanı kapsamaktadır. Sadece okul başarısına yönelen aileler, çocuklarının hayat başarısında gerekli olan birçok beceriden mahrum kalmalarına yol açmakta, her şeyden önce çocukları adına her şeyi yapmaya çalışarak onların mücadele etme fırsatlarını ellerinden almaktadırlar.
Okullar somurtkan binalara dönüştü. Öğrenciler kendi aralarında eğlenerek bu eksikliği gidermeye çalışıyor.
Eğitim ciddi iştir” diyerek okulları somurtkan binalara dönüştürdük. Öğrenciler kendi aralarında eğlenerek bu eksikliği gidermeye çalışıyorlar. Öğretmenler ise kahkahalarını öğretmen odalarına saklıyorlar.
Sonuçta mutluluk ve kalite üretemeyen bir sistemi artık gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi?’
BÜTÜN MESELE BUNLARIN SAHADA UYGULANABİLİRLİĞİ...
UYGULAMA İÇİN ÖNCE SAHANIN FİZİBİLETİSİNE BAKMAK LAZIM...
SONRA BİR STRATEJİ GELİŞTİRMEK GEREKİYOR... YAMALI BOHÇAYA DÖNMEYECEK YAPICI BİR STRATEJİ... KARARLI ADIMLARI OLAN... DEVAMLILIĞI VE ANLAŞILIRLIĞI OLAN... TEORİK İLE TUTARLILIĞI VE DUYUMSANABİLİRLİLİĞİ OLAN...
BİR GÜNDE DEVRİM OLMAZ... EVRİMLERLE DEVRİMİN ÖNÜ AÇILIR... YOKSA O DEVRİM JAKOBENDİR... ASLA MUVAFFAK OLAMAZ... SİNELERE VE BENLİKLERE YAYILAMAZ... EZBER OLUR...
Saygılar...
Yusuf SEVİNGEN
Yorum yazarak topluluk şartlarımızı kabul etmiş bulunuyor ve tüm sorumluluğu üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan kamuajans.com İnternet Sitesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.