Kamuajans.com - Ve dağ kesinlikle dişidir; anadır, anaçtır, yardır, sevdadır. Onla yolu bir yerlerde kesişen herkes, bu eşsiz güzelliğe aşıktır, tutkunudur onun. Dağın, doğanın bu eşsiz güzelliği ile tanışan hiç kimse şikâyetçi değildir ondan.
Hayata umutlu bakabilmektir karlı dağların zirvelerini adım adım dolaşmak. Yerdeki küçücük bir canlının hayat mücadelesini görüp ondan ders almak, rüzgâra inat, Allah’ı zikreden, zirvedeki bir bitkiden feyiz alıp, hayata sımsıkı tutunmak, Allah’ın kudretine inanmaktır bazen de…
İşte bu yüzden yaşadığı yerde, yerden şöyle epeyce yüksek, tepesi karlı, heybetli dağların bulunmadığı insanlara cidden hayıflanıyorum, üzülüyorum, hatta acıyorum onlara... Bazen alıp başınızı dağlara çıkmalı, doğaya vurmalısınız kendinizi… Neden mi? Şöyle bir kendinizle baş başa kalmak, kafanızı dinlemek, sakinleşmek, hiç adım basılmamış olması muhtemel yerlerde gezinip, yüce Yaradan’ın büyüklüğüne ve içinde bulunduğunuz sorunların küçüklüğüne mutmain olmak, içinizdeki çocuğun sesine kulak vermek, şöyle tamamen resetlemek, güzelce sıfırlamak için kendinizi… Hayatınızın, film şeridi gibi gözünüzün önünden aktığı, içsel bir hesaplaşma, iç dünyanıza dönüş, öz-muhakeme, şehirde eşini bulamayacağınız ve paha biçilemez, üstelik bedava, doğal bir psikolojik terapi için elbette...
Oturduğunuz yerden, gündelik hayatın meşgalesi arasında, insanlığın ve hayatın nereye doğru akıp gittiğini görememeniz gayet normal. Akıp giden, hem de içinde çırpındığınız bu nehrin, tam olarak nereye doğru aktığını görmek istiyorsanız; bunu asla nehrin içinden yapamazsınız. Kenara çekilip bakmalı, onu şöyle kıyısından, hatta tepesinden, mümkün olduğunca yükseklerden seyretmelisiniz. İşte tam da böyle bir şeydir mayıs - haziran aylarında bile tepesi karlı dağlara çıkmak. Küçücük bir nokta kadar gözüken, gözümüzde büyüttüğümüz, o koskoca, betonarme şehrin, ne denli insan doğasına ters, ne denli kıymetsiz olduğunu, ancak tepesi karlı dağlara çıkınca anlayacaksınız. Belki de o hengâmede bütün bir ömrünüzü küçücük şeyler için boşa harcadığınıza ikna olacak, çok şey görecek, çok şey öğrenecek, gözünüz, gönlünüz, zihniniz açılacak, başınız göğe erecek, inanın bana.
Konfor diye tanımlanan, vitrinlerde tembelliğin satıldığı, birçoğumuzun günlük hayatının dokunmatik ve otomatik ekranlarda bağlantılara tıklayarak, gram enerji sarf etmeksizin geçirdiği, kumanda edilebilir sanal dünyamızda, hepimiz yavaş yavaş doğadan ve doğallıktan, iyiden iyiye uzaklaşıyoruz. Oysa insan organizması hareket etmek için kurgulanmıştır; ne kadar çok hareket ederseniz, dağda – doğada geçirdiğiniz zaman ne kadar çoksa, o kadar mutlusunuzdur, o kadar dinginsinizdir aslında.
Yazımın bu bölümünde, içimde yanan doğa aşkını, birazcık daha somutlaştırabilmek adına, bir dağ gezimden hissettiğim bazı “enstantaneleri” paylaşmak istiyorum sizlerle: Sabahın köründe, neredeyse gecenin bir yarısı uyanıyorum. Hissedeceklerimi ve mental anlamda dinleneceğimi düşündükçe, hafta içi yorgunluğu çıkıveriyor aklımdan, ilginçtir, her sabahın aksine; uyanmakta zorlanmıyorum. Akşamdan hazır ettiğim çantamı sırtlanıp, buluşma noktası olarak belirlediğimiz, şehrin en leziz simitlerini çıkardığı iddia edilen fırınının önünde buluyorum kendimi. Kısa bir süreliğine de olsa arkamda bırakacağım bu şehirde, bu kargaşada, benden bir gün daha fazla geçirecek olanlara üzülüyorum, hatta acıyorum burada kalanlara…
1500 metreden tırmanışa geçtiğimiz dik yamacın ortalarında, buz gibi, şarıl şarıl akan çeşmenin başında yaptığımız ‘mükellef’ kahvaltıyı anlatmaya, inanın kelime dahi bulamıyorum. Şehirde yüzüne bile bakmayacağınız birçok şey, rakımın yükseldiği her metre kadar, bol oksijenle beraber, biraz daha leziz, biraz daha enfes bir tada bürünüyor, tıpkı çocukluğumdaki gibi, bir anlam veremiyorum bu eşsiz lezzete. Demek ki şehir; artık ağzımızın tadını kaçırmış veyahut bozmuş ağzımızın tadını; iyiden iyiye ikna oluyorum buna.
2000 küsur rakımlı son durakta, tam da araçtan indiğimiz noktada, bitki örtüsü, coğrafya, konum, esasen dünyamız değişiyor. Dağın her daim konukları kurtlar, kuşlar, tilkiler karşılıyor bizi; “hoş geldiniz” dercesine. Arkalarından imrenerek – kıskanarak, ‘saygıyla’ izliyorum onları.
Hedef, artık zirve… Zirveye doğru attığım her adım, beni biraz daha mutlu, olamayacağım kadar mesut ediyor. Harcadığım efor, dağın o saf ve temiz havası, kekik kokusu ve bol oksijenle birlikte, şehirde arkamda bıraktığım her şeyi daha net, daha anlaşılır bir gözle görebiliyorum. Olaylara tepeden bakmak bu olsa gerek diye düşünüyorum.
Doğa, size her an bir sürpriz yapmaya çoktan hazırlamış bile kendini. Ne zaman ne ile karşılaşacağınızı asla bilemiyorsunuz. Her an, her yer sürprizlerle dolu. Dağ, tek tek sunuyor bize sürprizlerini… Psikolojik dünyanıza birçok şeyi yaşatarak, hiç unutmayacağınız şekilde öğretiyor hem de. Sahip olduklarınızın değerini, elinizdekilerin kıymetini, elinizdekilerle yetinmeyi, yediğiniz kuru ekmeğin tadını, tam da burada derinden hissediyorsunuz işte. 3000 metre rakımda, karı eriterek 70 °C’de demlediğiniz, hayatınızda içebileceğiniz en güzel çay ise, kendinize son zamanlarda verebileceğiniz en kıymetli hediye olacak, güvenin bana.
Sonra dilinize bir şarkı dolanıyor, rüzgârın uğultusu vokalistiniz artık; çaktırmadan eşlik ediyor size. Dağın karşılıksız – çıkarsız cömertliği sizi eli boş da çevirmiyor hani. Bazen eşsiz bir sümbül, bazen bir tutam “ot”, bir buket lale, bir avuç dağ kekiği, bazen de buram buram kokan birkaç çağşır mantarı olabiliyor dağın size hediyesi.
Zirveye çıktıkça evrende gözle görülemeyecek kadar küçük bir zerre olduğunuzu, ilmek ilmek işliyor dağ bilinçaltınıza, iyiden iyiye ikna oluyorsunuz bu gerçeğe. Doğanın, saflığı, kocamanlığı ve size öğrettikleri sayesinde şehirde dönen küçük hesaplar, kibirler, böbürlenmeler, filmler – fırıldaklar aklınıza bile gelmiyor, tamamen sıfırlanıyor, resetleniyorsunuz şehre dönerken…
Gürdal KARABIYIK
gurdalkarabiyik@hotmail.com